Düşlerin şehri Paris
Paris’i görebilenlere gelince, yani hayalle gerçek arasındaki köprüyü geçince, Paris ikiye ayrılıyor: Bir “Herkesin kendi Paris’i” var, bir de herkesin Paris’i… Yani, bir sokak, bir kafe, bir şarkı… yaşanan ya da bir türlü yaşanamayan bir aşk… Kişinin özel Paris’ini hayat, şans ve tercihler belirliyor. Oysa herkesin Paris’i hep aynı yerden, şehrin tartışmasız simgesi, Eiffel Kulesinden başlıyor.
Paris denilince akla ilk gelen Eiffel Kulesi olsa da Fransızların çoğu, bu yapının şehirdeki en çirkin yapı olduğunu düşünüyorlar. Hatta bazıları öğle yemeklerini bu kulede yemeyi tercih ediyor. Çünkü bütün Paris’te Eiffel kulesinin görülmediği tek yer, kulenin kendisi. Ama, Fransız devriminin yüzüncü yılını kutlamak ve Fransız sanayinin gücünü göstermek için dikilen bu çelik yapı 1900’den sonra 2000 yılını da görmeyi başardı. Her ne kadar Fransızlar tarafından beğenilmiyor olsa da şehre gelen turistlerin ilk uğradıkları adres hala bu kule oluyor. Çünkü, Eiffel kulesi 320 metre yüksekliğiyle, aynı zamanda bir şehirleşme harikası olan Paris’i en iyi görebildiğiniz yer. Kulenin tepesi çok kalabalık ama bu kargaşada dahi, elde kâğıt-kalem, bir şeyler yazıp çizmeye çalışan insanlara rastlıyorsunuz. Ne de olsa, bu eşsiz günbatımı karşısında insanın yaratıcı duyguları ateşleniyor.
Eiffel kulesinin tepesinde ilginizi çekecek bir başka şey de bulunduğunuz noktanın dünyanın çeşitli noktalarına olan uzaklıkları gösteren oda. Bu odada Türkiye ya da İstanbul’u bulmak hiç zor olmuyor. İnişte asansörün penceresinden sarkan çarklar ve onlara bağlı halatlar sizi yeniden Rönesans şehrine bağlıyor. Eiffel’den, sonra sıra “Avenue des Champs Elysees”‘ye geliyor, yani Paris’in en büyük ve en işlek caddesine. Charles De Gaulle meydanında bulunan “Arc de Triomphe”’dan (yani “zafer çemberi”), Avrupa’nın en büyük kentsel açıklığı olan Concorde’a kadar uzanan bu cadde, Paris’in göz bebeği. Burada dünyaca ünlü kan kan danslarının yapıldığı geleneksel eğlence mekânı “Lido”yla, Amerika kökenli restoranlar zinciri “Planet Holywood” aynı caddeyi paylaşıyorlar. Aynı zamanda bir iş merkezi de olan Champ Elysees’de (Şanzelize) çok şık restoranlar, kafeler ve sinemalar yan yana sıralanıp gidiyor.
Bir benzeri İstanbul-Sultanahmet meydanında olan bu mısır hiyeroglifleriyle süslü taş Concorde meydanın tam ortasına yerleştirilmiş. Şanzelize (Champ Elysees)’den gelen yoğun trafiği farklı bölgelere dağıtan bu meydanın geniş bahçeleri, Rönesans coşkusuyla süslenmiş çeşmelerle donatılmış.
Opera binası, bulunduğu bölgenin tamamına kendi adını vermiş. Concorde meydanından bu bölgeye yürüyerek geçmek sadece beş dakika alıyor. Ama yolda ne kadar vakit geçireceğiniz ya da ne kadar para harcayacağınız, tamamen sizin tutkularınıza bağlı. Ne de olsa dünyaca ünlü mağazalar zinciri “La Fayette” ve “Au Printemps” in merkez binaları bu bölgede yer alıyor. Yalnız fiyatlar, iki kere düşünmenize sebep olabilir.
Paris’te ulaşımın bir diğer adı metro. Metro sayesinde hem trafikte vakit kaybedilmiyor hem de en az yerin üstündeki kadar renkli bir dünyaya adım atılıyor. Hemen her koridor başında bekleyen müzisyenler insana yerin dört kat altında olduğunu unutturuyor. Bir örümcek ağı gibi Paris’i saran metro sistemi şehrin en hızlı ve en basit ulaşım ağı.
“Sakrekör (Sacré-Cœur)”, yani “kutsal kalp” kilisesi. Şehrin tek tepesinin üzerine kurulu olan bu kilise, aynı zamanda Paris’in en güzel manzarasına sahip. Çevresindeki yapıları, eteklerinde yerleşik sanatçı mahalleleriyle Sakrekör, Paris’in olmazsa olmazlarından. Kilisenin arka sokakları insanı bambaşka bir dünyaya taşıyor. Küçük kafeler, restoranlar ve ressamlar… İşte Picasso meydanı, ünlü ressamın hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği bu küçük meydan, Parisli ressamların buluşma noktası. Aynı zamanda bir açık hava sergisi…
Sen nehri üzerinde küçük bir tekne turu da bir Paris gezisinin klasiklerinden. Paris belediyesinin organize ettiği bu tekne turları akşam saat ona kadar her saat başı yapılıyor. Öyle çokta pahalı da değil, adam başı ortalama 10 avro. Yol boyunca yanından geçilen tarihi binalar ve eserlerle ilgili birkaç dilde bilgi de veriyorlar. Bu keyif verici gezinin sonundaysa insanı Paris’in en çirkin yapıları bekliyor.
Luvr, tam 400 yıldır sadece Fransız değil tüm dünya sanatının sergilendiği devasa bir müze… Leonardo da Vinci’nin ünlü eseri “La Jokond”un ya da bilinen adıyla Mona Lisa’nın da sergilendiği yer de işte bu müze. Barok mimarinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilen Paris’in simgelerinden biri, Notre Dame katedrali; Viktor Hugo’ya ilham kaynağı olmuş… Bu muhteşem yapının, ilk inşa edildiğinde tek bir kulesi varmış. Tam 110 yıl sonra ikinci çan kulesi de tamamlanmış. Binanın üzerindeki işlemeler göz kamaştırıcı. Notre Dame kilisesinin tam karşısında, St. Michael’e doğru giden bir ara sokakta ise Paris’in en eski kilisesi, neredeyse 1000 yıllık St Julien le Pouvre bulunuyor. Ama bu yapı artık bir konser mekânı olarak kullanılıyor, içinde hemen her gün bir baroque müzik konseri düzenleniyor. Daracık sokakları kafeleri, brasserileri ve gece kulüpleriyle hiç uyumayan Paris’in gece hayatını sunan St.Michael ve St. German, gençlerin en çok tercih ettikleri yerler… Ağız tadına düşkünleri ise Montparnasse’da “Paris’te son tango” filmine de ev sahipliği yapmış olan “La Coupole” de muhteşem bir akşam yemeği bekliyor.
Belki Paris’te Son Tango’yu gölgede bırakacak tutkulu bir aşk, belki tadı ömür boyu damakta kalacak bir yemek, belki dönüş yolunda sorun yaratacak kadar yüklü bir alışveriş… Paris’te yaşanabilecek birçok Paris var ve belki de bunun için dünyada sadece bir tane Paris var. Öyle ya da böyle Paris’in büyüsü kolay kolay çözülemiyor; çözülse de herkes kendi Paris’ini içinde bir sır olarak saklıyor.